13 Mayıs 2012 Pazar

Balıkta Gönlü Olanın Diyarı Derya İmiş


Balık burcu, balık hafızası, rakı-balık, kaçan balık büyük olur... Bi’ çoğuyla ne de güzel bütünleşmiş. Ben balık burcu kadını olarak hep hayran kalmışımdır en sevdiğim olan suda kısa da olsa özgürce bi’ ömür sürmelerine.  Ama bi’ sürpriz ile kendimi İstanbul Akvaryum’da bulana kadar fanusumdaki ya da tabağımdaki balıklardan öteye gitmemişti balık kültürüm.  Oysa Akvaryum’da sadece bilmediğimiz balık türleriyle değil suyun tarihinden mitolojisine bi' çok şeyle karşılaştık. 




Yeni tanıştığım balık türlerini çok tutamadım aklımda belki ama Marmara Denizi’nin adının Yunanca mermer anlamına gelen “Marmaron” sözcüğünden geldiğini unutmadım. Çünkü Marmara tarihte bilinen en büyük mermer yataklarından biriymiş. Sonra kimileri Ege Denizi’nin adınının Amazon kraliçesi Algea’dan geldiğine, kimileri mitolojide oğlak şeklindeki yaratık Aigaian’dan dolayı verildiğine inanırken bana en yakını Yunanca “dalga” anlamına gelen Aiges oldu.


Karadenizden başlayıp Pasifik’e doğru devam eden yolculuğumuzda Osmanlı Denizciliğinden, köpek balıklarına, küresel ısınmanın etkilerinden müren balığına bi’ çok ilginç tema yerleştirilmişti güzergaha. Bunların arasından da hafızamda en çok yer edeni şüphesiz küresel ısınmanın etkileri oldu;  son buzul çağında deniz seviyelerinin bugünden 130 metre daha alçakta olduğu, 1970’ten beri  yeni ve bana göre muhtmelen son küresel ısınma dalgasının başlaması gibi.

Gel gelelim suyun taçsız kral ve kraliçelerine, bence renkli güzellikler; kırmızı gözlü kurabağa, turuncu renkli palyaço balığı, sarı bantlı kurbağa, kırmızı diskus, sarı anakonda, yeşil uguana dişi olmalılar mutlaka. Balon balığı, kayman timsahı, limon köpekbalığı, benekli vatoz onlar da erkek olmalılar nedense.


Ne de güzel demiş atalarımız; "Balıkta gönlü olanın diyarı derya imiş."


9 Nisan 2012 Pazartesi

Şahane Benzerlik




Ferzan Özpetek’i bilen bilir kendine has vazgeçilmezleri vardır filmlerinde. Eşcinsellik, yemek, masa, mutfak gibi... İşte "Magnifica Presenza"de (Şahane Misafir) tüm bunları içeren şahane bi' film olmuş. Ama adıyla müsemma olan sadece şahanelik değil misafirlik de olmuş bi' parça. Filme misafir olan Woddy Allen’ın “Midnight in Paris”i (Paris'te Gece Yarısı) olmuş bana kalırsa.

İki filmi de sindirerek izlemiş bi' izleyici gözüyle söyleyebilirim ki; yalnızlıktan kaçıp hayal dünyasına sığınan sanatçı ruhlu iki insanının hayal dünyalarıyla buluşmasıyla başlıyor bu benzerlik. Bu hayal dünyaları “Şahane Misafir”’de baş kahraman Pietro’yu hayali olan oyunculukla buluştururken ; “Paris'te Geceyarısı”nın baş kahramanı olan Gil de hayal dünyası sayesinde arzusuna kavuşup edebiyatla buluşuyor.  İkisinin de buluştuğu kişiler tarihten olmakla birlikte, aynı zamanda onları istekleri için teşvik eden kişiler oluyor. Bu benzerlikler her iki filmde de bir şehrin ruhunu yansıtma, şehri sanatla buluşturma olarak devam ediyor Paris ve Roma çevresinde.


Bu benzerliklerin farkına varırken Ferzan Özpetek’in masasında buluşunlar hayaletler oluyor bu defa. Yine filmlerin vazgeçilmezi yiyecek rolünü de Petro’nun yaptığı kruvasanlar  oynuyor  “Şahane Misafir”de.  Ve baş misafir Cem Yılmaz kadar Sezen Aksu oluyor  “Gitmem Daha” ile...




Tüm bu misafirliklerle Ferzan Özpetek tarihinde ev sahipliği yapacak yapıtlardan biri daha misafir oluyor beyaz perdeye...

30 Mart 2012 Cuma

Floral Pantolonlar

Bahara yakışan, çiçeklere ait bi' moda "floral pantolonlar". Henüz çiçekler dallardaki yerini almadı ama tiril tiril kumaşlarla, pantolonlarda ve modadaki yerini aldı bile. Kimisi günlük giy-çık rahatlığında, kimisi cesaret isteyen şıklıkta. Ama hepsi kombinesi kolay modeller. Kendisi zaten rengarenk olduğu için kombinede başka bi' renge ihtiyaç duymayan, düz bi' beyzik, sade bi' sandalet veya babetle hem şıklığa, hem rahatlığa, hem de modaya taşıyacak bizi. Başta biraz yadırganacak belki de ama alışıldığında baharı-yazı şenledirecek.


Ben de en kısa zamanda bi' tane edinmekle şenlenmeye başlamak istiyorum. Floral pantolon modasını yabancılık çekmeden pek sevmemin sebeplerinden biri de çoçukken annem sayesinde rengarenk çiçekli, böçekli taytalarıma olan sevgimdir herhalde.


Eklemeden edemeyeceğim; modanın beşiği ülkelerde floral pantolonlar sadece bayanlar için değil, erkekler için de baharın habercisi olmuş durumda.


14 Mart 2012 Çarşamba

IMANY




Imany... Henüz muhteşem sesinden, derinden bi yerlerden etkileyen yorumundan başka, hakkında pek bilgi sahibi olmak mümkün değil. Ama sadece iki şey yetiyor hakkında yazmaya: sesi ve yorumu.  Soul ve jazzı dingin sesiyle fısıldıyor adeta. Hem Buika'dan, Hindi Zahra'dan,  Nina Simon'dan bişeyler bulmak hem de bambaşka tatlar almak mümkün. Yeni tanıştığım ve tanışır tanışmaz playlistmin başına geçen isim, albümün de eklenmeli bunlara mutlaka. 2011'in en güzel keşiflerinden olan bu sesi kendime mi saklamalıydım bilemedim ama siz de bu güzellikten mahrum kalın istemedim. Tabi zenci gırtalığı kadınlara benim gibi ayrı bi tutkunuz yoksa bilemeyeceğim.
Not: Hakında bilgi sahibi olmak zor olsa da sınırları zorladım; Komor Adaları asıllı olan Imany'in gerçek adı Nadia Mladjao'ymuş. 1979 yılında Fransa'da ailesinin onuncu çoçuğu olarak dünyaya gelmiş. 17 yaşında mankenliğe başlamak için Amerika'ya gitmiş. 7 yıl sonrasında da ani bir kararla, şan dersleri almak için Fransa'ya dönmüş ve tesadüf eseri prodüktörü ile tanışıp bizlerle buluşmuş ve müziğe başladığı sene içinde (2011) "Disques d'Or" (Altın Plak) sahibi olmuş.










19 Şubat 2012 Pazar

Salvador Dali ve Van Gogh karşı karşıya


Salvador Dali ve Van Gogh karşı karşıya. Biri Tophane-i Amire’de diğeri tam karşısında Antrepo 3’de. Sanat severler için büyük kolaylık birinden çıkıp hop diğerine girmek. Ama ben iki ayrı günü tercih ettim.  Dün Van Gogh, bugün Salvador Dali.

Alışılagelmişten farklı bir sergi, ilaç firması Abdi İbrahim’in sponsorluğunda Van Gogh’un eserlerinin dijital dünyayla buluşması. Dev ekranlarda, duvarlarda, kolonlarda ve zeminlerde karşıladı bizi Gogh’un hayatını yansıtan resimleri. Ve en çok etkileyen de ressam arkadaşı Paul Gauguin ile araları bozulunca sol kulağını kesmesi oldu. Sonrasında da bozulan psikolojisinin etkisinde izledik akıp giden eserlerini, karanlığın içinde bulduğu yere çökenlerin arasına karışıp. Ama oturduğumuz yer epey soğuktu bu yüzden keyfimiz uzun sürmedi.


Ve bugün, dün yarım kalan keyfi Salvador Dali tamamladı. Lise yıllarımda, akımlarla tanıştığımdan beri hep en keyiflisi, en ilginci sürrealizm oldu benim için. Tabi beraberinde Dali de.


Mimar Sinan Üniversitesi’nin ev sahipliğinde  “İlahi Komedya” eserleri ile buluştuk ilk olarak. Dante’nin Cennet, Cehennem ve Araf’a yaptığı yolculuklara can verdiği tablolarda yalancılardan hilekarlara, büyücülerden tefecilere bir çok günah öğesi farklı boyutlarıyla çıktı karşımıza. Hepsi “Birileri gelsin de bizi kendi sürrealliğinde yorumlasın.” diye bekliyordu. Benim en net yorum getirebildiğim ise insanı andıran taklitçinin çivilerle elinden, ayağından olduğu yere sabitlenmesi, yerinden oynayamaması oldu...



Cennet, Cehennem ve Araf’ta Hristiyanlığın inançlarını özetledi bize Dali “İlahi Komedya”da ve ekledi:

"Deniz kıyısındaydık biz yine,
gideceği yol aklından çıkmayan
yüreğiyle yürüyüp, bedeniyle duran
bir yolcu gibi."


2. başlık olan “Sürrelizm İzleri” 9 litografiyi içermesine rağmen 9’un katlarında anlamlar sundu. Dali’nin vazgeçilmezleri kelebekler, saatler, koltuk değnekleri eşliğinde. Hem de realiteden çok daha güzel halleriyle, kelebekli koltuk değnekleri gibi...




Ve son perde “Gala İle Akşam Yemeği” ile lezzetin doruklarına çıktık. Çoçukluktan beri aşçı olmak isteyen Dali bu hayalini de sürrealizmle, sanatla öyle güzel buluşturmuş ki hayali yemeklerinin sunumunu kırk yıllık aşçılara taş çıkarırcasına yapmış. Ve;



“Yemeklerin tümüne muazzam estetik ve ahlaki değerler ithaf ediyorum... Özellikle de ıspanağa.” diye eklemiş.

Ben de ıspanağın tadını damağınızda bırakarak, henüz  bir hafta vaktiniz varken ve hala bu lezzetlerin tadına varmadıysanız koşun bi tadına bakın diye eklerim.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Kemanımla Sana Bir Ses



İyi ki de buluşmuşuz, pek de güzel olmuş. Gerçi biraz geç oldu bu buluşma ama hiç olmamasından iyidir. Bi Farid Farjad olamayacağım kesin de “kemanımla sana bir ses verebilseydim eğer”  dedirtebilirim diye umuyorum. Hani ilk buluşmanın heyecanı ile onu da öğreneyim, tele de vurayım, nota da basayım hatta bırakın parça çalayım hevesi içindeydim bugün, hala da öyle ama işin aslı güzel olduğu kadar zor da tabi. Kemanı tutmak değil de yayı tutmak mesele. Bi de akort var tabi. Ama biz, o işe şimdilik bakmıyoruz sağolsun sevgili hocam tüm sabriyla bütün kemanları tek tek akort ediyor. Bize de bol bol çalışması kalıyor özellikle ayna karşısında ki tutşumuzu, duruşumuzu kontrol edebilelim. Tabi ev ve apartman ahalisi buna ne kadar katlanır meçhul. Ama sanata saygı duymak lazım canım hele ki acemilere iki katı.
Toplumun sanata ve sanatçıya ihtiyaçı var diycem ama kendime pay çıkarmadan. Aslında toplumdan önce insanın bizzat kendisinin sanata ihtiyaçı var, ruhunu değerli kılmak, varlığına değer katmak adına. İlla icra etmek de gerekmiyor okuyucusu, dinleciyisi, izleyicisi olarak sanata değer kılmak da onun parçası olamaya yetiyor aslında. Ama hele bi de yeteneğiniz ve bunu sanatla buluşturma şansınız varsa siz dünyadaki en özel insanlardansınız bence. Bi de benim gibiler yeteneğim var mı yok mu, geç kaldım mı diye bakmadan hevesinin peşinden koşup kenarından, kıyısından da olsa yakalayanlar biz de özeliz merak etmeyin J Ben şimdi gideyim iki tıngırdatayım da belki bi konçertoya yetişirim.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Midnight in Paris-Woody Allen


“Midnight in Paris” izleyen herkeste özel bir yere sahip olmayı başaran, Woody Allen imzalı film son olarak Altın Küre’de aldığı en iyi senaryo ödülüyle bu başarıyı somutlaştırdı.
Woody Alen henüz okuma yazmayı öğrenmemiş bir çoçukken başlamış zihninde senaryolar oluşturmaya. Sonrasında beyaz perdede can bulan bu senoryolarda hem senarist, hem yönetmen, hem de oyuncu olarak hayalleriyle birlikte kendisi de var olmuş. İnsanı ve şehri buluşturan filmleriyle de sinema tarihindeki yerini almış bir kilometre taşı.“Manhattan” filmi ile Manhattan’a, “Maç Sayısı” ile Londra’ya “Vicky Crsitina Barcelona” ile Barcelona’ya yaptırdığı yolculuklara son olarak “Midnight in Paris” ile bizi 1920'lerin Paris'ine götürmesi ekleniyor .


 Amerikalı nişanlı bir çift olan Gil(Owen  Wilson) ve İnez’in(Rachel McAdams) tatil için Paris’e gitmesiyle başlayan yolculuk Gil’in Paris sokaklarında gece yarısından sonra yaşadığı gerçeküstü maceralarla devam eder. Senaryo yazarı olan Gil artık başkaları için değil kendisi için, edebiyat için yazamak ister. Buna bir roman yazarak da adım atmıştır. Fakat etrafında yazdığı romanı okutup değerlendirecek kimseyi bulamayacak kadar yalnızdır. Çünkü nişanlısı İnez’in annesinin “ucuz ucuzdur” sözleriyle lükse olan düşkünlükleri sembolize edilmiş bir çevreye sahiptir. Bir de nişanlısı ile aralarına İnez’in arkadaşı Paul’un girmesiyle, biz günümüz Paris’ine yolculuk yaparken Gil daha da yalnızlaşır. Taki bir gece yarısı tarihten gelen bir otomobille 1920’lerin Paris’ine yolculuk yapana kadar.Tesadüfen yapılan bu yolculuk Gil için gündüzleri yaşadığı sıkıcı hayattan, yalnızlığından kaçış haline gelip artık gece yarılarının iple çekilmeye başladığı bir serüvene dönüşür.
Çünkü bu yolculukların götürdüğü gerçeküstü dünyada artık Ernest Hemigway’den Salvador Dali’ye, Pablo Picasso’dan  Scott Fitzgerald’a bir çok dostu olmuştu. Gerçek hayatta kitabını tahlil ettirmek için bulamadığı eleştirmeni  Hemingway’in yönlendirmesiyle 1920’lerin edebiyat dünyasında bulmuştur. Gertrude Stein, Gil’in romanını okumakla kalmayıp onu son derece de başarılı bulur.
İlk olarak Zelda ve Scott Fitzgerald ile tanışıyor Gil. Eserlerinden bildiğimiz, unutulumaz aşkları ve karışık ilişkileri eşliğinde. Sonrasında çiftin yakın dostu olan edebiyat dünyasının kilometre taşlarından Ernest Hemingway çıkıyor önce Gil’in sonra bizim karşımıza. Ölüm ve korkularının üzerine giden, realist yaklaşımlarıyla, net diyaloglarıyla betimleniyor Hemingway:
Gil: Okuyabilir misin?
Hemingway: Romanını?

Gil: Görüşe ihtiyacım var ve 400 sayfa civarı.

Hemingway: Görüşüm şu ki nefret ettim.

Gil: Daha okumadın bile?

Hemingway: Eğer kötüyse nefret ederim, çünkü kötü edebiyattan nefret ederim. Hele iyiyse, kıskanırım daha fazla nefret ederim. Başka bir yazarın fikrini almak istemezsin.

Gil: Değerlendirilmesi için kimseye güvenemiyorum.

Hemingway: Yazarlar rekabetçidir.

Gil: Ben seninle rekabet edemem.

Hemingway: Sen çok yumuşaksın, bu hiç erkekçe değil! Eğer bir yazarsan, en iyi olduğunu iddia etmelisin. Tabii ben etraftayken değil.


Sonrasında Gil’in yazından görsel sanata uzanan adımı Pablo Picasso ile atılıyor. Eleştirmenlerin genel olarak filme yaptığı tek olumsuz eleştiri de burda çıkıyor karşımıza. Woody Allen’ın Picasso’yu sanatından çok kadınlara olan zaafıyla hayata gecirmesi.


Picasso’yla ilgili benim filimden akılımda kalanlardan ilki Stein tablosu olurken ikincisi ve en güzeli Picasso’nun deli dolu sevgilisi oluyor. Güzelliğiyle filmdeki diğer kadınları gölgede bırakan Adriana (Marion Cotillard) Gil’in de aklını başından almayı başarıyor. Adriana’nın da Gil’den hoşlanmasıyla ortaya hoş bir ilişki çıkıyor. Fakat Gil’in 20’li yılllara olan hayranlığına karşın Adriana da 19. Yüzyılın başındaki Altın Çağ’a hayran oluyor  ve orada yaşamak istiyor. Yani geri dönüş içinde geri dönüş yaşatıyor bu macera. Fakat bu dönüşlerden anlıyoruz ki kimse sahip olduğu andan memnun olamıyor. Gil günümüz yerine 1920’leri tercih ederken, o dönemde yaşayan Adriana da kendi çağının öncesini,  Altın Çağ’ını arzuluyor.
Bu düşüncenin de izleyiciye sezdirilmesinden sonra Salvador Dali çıkıyor karşımıza, Luis Bunuel ve May Ray ile bir masada sanat hakkındaki düşüncelerini tartışırken.
Böylece baştan beri Woody Allen’ın düşüncelerini giymiş olan Gil tek tek efsane yazarların ve ressamların da düşüncelerine götürüyor bizi.
Yolculuğun sonuna gelindiğinde ise Gil’in geçmişle ilişkisinin akibeti hakkında fikir sahibi olamıyoruz malesef. Çünkü Gil mutlu sonu, gerçek hayatın yağmurlu bir akşamında, kitapçıda çalışan bir kız ile yürüyerek yapıyor.

12 Ocak 2012 Perşembe

İçinde Yaşadığım Deri-Pedro Almadovar

 

“İçinde Yaşadığım Deri” (La Piel Que Habito) konusunu bilmeden, yönetmeni Pedro Almadovar için tercih ettiğim ve izlediğim diğer filmleri (Konuş Onunla, Volver, Yüksek Topuklar...) gibi kesinlikle pişman olmadan tam aksine heyecan, gerilim ve hayranlıkla izlediğim bir film. Thierry Jonquet’in “Tarantula”  romanından uyarlanan filmde Almadovar insan varlığının, sınırı olan teninin üzerine geçirilmiş plastik bir deriyle sahte bir bene dönüşüp dönüşmeyeceğini, cinsiyet değişse de "ben" denilen kavramın varlığını koruyup koruyamayacağını test ediyor. Ve genellikle tüm filmlerinde vurguladığı cinsiyet kavramını bu defa cinsiyetler arası geçişe taşıyıp farklı bir boyut kazandırıyor. Bu farklı boyuta geçişi de Antonia Banderas’ın muhteşem oyunculuğu ve Elena Anaya’nin çarpıcı güzelliği ile birleştiriyor. Ve tabi Buika’nın eşsiz sesi. Filmde hiç habersiz karşıma çıkınca mutluluğu ve heyecanı yaşattı bana .Böylece “İçinde Yaşadığım Deri” Buika ile daha da özel oldu benim için. Siz de bu özel andan mahrum kalmayın istedim :


Şimdi filmi özetlemeden duramayacağım eğer ben izlemeden hakkında fikir sahibi olmam diyorsanız devamanı şimdilik okumayın derim, ama filmi izledikten sonra mutlaka okuyun ki hem fikir miyiz bi bakalım.
Film başlangıçında bir malikanenin içinde tek bir odada yaşamaya mahkum olan fakat hayatını yoga, pilates ile huzura kavuşturmayı başaran Vera (Elena Anaya) çıkıyor karşımıza, sonrasında da Vera’nın derisi üzerinde deneyler, operasyonlar yapan Dr. Robert (Antonia Banderas). Robert Vera’yı yaptığı deney için kobay olarak kullanmakta ve evinde tutmaktadır. Evi ise sıradan bi ev olmayıp ameliyathaneden, laboratuvara kadar bir çok olanağa sahiptir. Bir de evden ve Vera’dan sorumlu Marilia  var tanıştığımız. Marilia Vera ile iletişimini aynı ev içinde olmalarına rağmen kameralar ve telefonla sağlayıp onun ihtiyaçlarını karşılıyor. Öyle ki Vera’nın yemeği bile odasında bulunan bir asansör ile yollanıyor. Başta bunların Vera’nın derisini koruma amaçlı olduğu düşünülürken aslında işin deneylerden, sağlıktan, tıptan çok daha farklı boyutlarda olduğunu anlamamız biraz zaman alıyor. Bu arada Vera’nın  kendisine giymesi için verilen elbiseleri kestiğini ve Dr. Robert’ın onu, sürekli yatak odasındaki dev ekranından izlediğini görüyoruz. Robert ekrandan izlemenin yanısıra Vera’yı kontrol için odasına gittiği zamanlarda da Vera Robert’a yaklaşmaya çalışıyor. Artık odadan çıkıp onunla birlikte yaşamak istediğini söylüyor. Bu, izleyen herkese aralarında duygusal bi bağ olduğunu düşündürtmeye yetiyor. Fakat bu duygusallıktan çok farklı, bir intikam bağıdır her iki taraf içinde.


Derken Robert’ın evde olmadığı bir gün Marilia’nın kaçak olan oğlu geliyor malikaneye. Ve gelişen olaylar neticesinde annesini bağlayıp Vera’nın odasına çıkıp ve onunla ilişkiye giriyor. Fakat onu Robert’ın eski karısı zannederek, Robert’ın eski karısını estetikle bu hale getirdiğini düşünerek. Tam bu esnada eve gelen Robert adamı öldürüyor. O cesedi imha ederken biz Marilia’nın Vera’ya anllatıklarından öğreniyoruz ki Robert da aslında Marilia’nın oğludur fakar bunu Robert kendisi de bilmemektedir. Yani Robert’ın öldürdüğü adam aslında kardeşidir. Bu detay bana pek önemli gelmezken asıl önemli olan Robert’ın eski karısının bu adamla birlikte kaçmış olması ve kaçarken kaza geçirip yanarak tanınmayacak hale gelmesidir.
İşte buraya kadar sıradan film kurgularını andıran senaryo birden farklılaşıyor ve heyecanlandırmaya başlıyor.  Yapılan geri dönüşle, Robert kazadan kurtardığı karısını evde tedavi etmeye başlıyor. Fakat durum o kadar vahim ki karısının kendisini görmemesi için evde vampirler gibi karanlıkta yaşam başlıyor, aynalar kaldırılıyor. Bir gün, filmin kaderini belirleyen ve o sahnede tanıştığmız Robert’ın kızı Norma ,bahçede oyun oynarken annesinin kendisine öğrettiği şarkıyı söylüyor.  Bunu duyan annesi de bahçeye bakmak için perdeyi açıyor, camdaki yansımasından tanınmayacak haldeki yüzünü ve bedenini görüp balkondan atlıyor ve ölüyor. Malesef ki kızı da tüm olanlara şahit olduğu için psikolojisi bozuluyor.
Burdan sonra film, başlangıçtaki zamandan 6 yıl önceye dönüyor. Robert ve kızı Norma bir partide çıkıyor karşımıza. Robert o gece kızının eve gitmek istemeden ordaki gençlerle birlikte olmasından mutlu oluyor. Derken kızı ve arkadaşları ortadan kayboluyor  ve artık ikinci bölüm başlıyor. İlerleyen saatlerde bahçeye kızını aramaya çıkan Robert önce çalılıkların arasında sevişen gençleri, sonra motorla giden bir genci görüyor ve sonunda kızını, tecavüze uğramış bir halde buluyor. Fakat artık kızı tamamıyle psikolojik dengesini kaybediyor. Ve bir klinikte babasını bile tanımayacak halde tedavi görmeye başlıyor. Fakat çok geçmeden o da annesi gibi camdan atlayarak ölüyor.


Bu arada kızının çevresinde gelişen olaylar yoğunluk kazanırken konu Vera’ya nasıl bağlanacak diye düşünmeye başlıyorum. Fakat Vera olayların baş kahramanıymış da haberimiz yokmuş. Tam bunu düşünürken başka bi sahne daha giriyor araya. Kadın elbiseleri satan bir mağaza, madde bağımlısı bir genç adam, annesi ve orda çalışan eşcinsel bir kız. İşte genç adam parti gecesi Robert’ın kızına tecavüz edenin ta kendisi aynı zaman da Vera’nın da ta kendisi! Şöyle ki Robert kızının ölümünden sonra kızına tecavüz eden genci kaçırıyor ve cinsiyetini değiştiriyor. 6 yıl boyunca Robert’ın gercekleştirdiği operasyonlar sonucunda da Vera artık yeni bir cinsiyete, yeni bir tene, yeni bir deriye bürünüyor. Ama yeni bir benliğe asla...
Buraya kadar Robert’ın intikam düşüncesiyle bunları yapmış olduğunu düşünülürken kendi elleriyle yeni bir cinsiyet kazandırdığı Vera ile ilişkiye girmesi Robert karakterinin eksisi ve eksikliği oluveriyor bi anda.
Eğer Vera ile birlikte olmasaydı davasında daha haklı kılabilirdi kendini. Fakat öyle olsaydı bu defa da Vera intikamını alıp öldüremezdi  onu. Böylece davasında haklı çıkan, öcünü almış olan, Robert değil de Vera oluyor. Ve bu, filmin başından beri Vera’nın Robert’a yaklaşma çabasının bile intikam için olduğunun kanıtı oluyor. Kısacası Vera’nın kaybettiği derisinin, cinsiyetinin intikamı, filmin geneline hakim olan Robert’ın kızının ölümü için güddüğü intikamdan çok daha güçlü çıkıyor.

1 Ocak 2012 Pazar

Noel Baba'dan Mesaj


Yeni bir yıl da olsa yine en güzel dilekler klasik olanlar. Sağlık, mutluluk, huzur, aşk, başarı, para...  Ama Noel Baba kendisi gelemese de haber yolladı bu sene ve dedi ki;

Beni, doğum gününü, sevgililer gününü beklemeyin sevdiklerinizi mutlu etmek için. Bizim geleceğimizi, getireceğimizi sizin gibi onlar da biliyor nasılsa .Siz hiç sebepsiz ve beklenmeden gelenleri verirseniz onlara çikolata tadında mutluluk olur o...

Hem güzel dilekler de yalnızca yeni yılı beklemez gerçekleşmek için ya da sadece yeni yılda dilenen mutluluğu, parayı, aşkı vereceğim diye bir kuralı yoktur evrenin. Her an, her saniye istemeyi bilene yollanacak, er ya da geç ulaşacak dilekler hazırda bekler. Bunun için beni beklemeye de gerek yoktur aslında.

Kırmızı da sadece yeni yılı beklemez mesela enerjisini yollamak için. İlk buluşmada, iş görüşmesinde, pijamada nerde olsa verecektir gücünü sen almayı bildikten sonra.

Kutlamalar... Sadece yeni yıl ve özel günler değer değildir mesela kutlamaya. “Bu gün neyi kutluyoruz?” diye sorulan, kutlama sebebine masaya oturduktan sonra karar verilen günler onlar daha samimi olduğu gibi daha özeldir çoğu zaman.

Belki yeni yılı bekleyen tek odur kutusundan çıkıp evi, ofisi renklendirmek için. Çam ağacı... Kalıbı yıkılması en zor olan oysa yılbaşı haricinde siz de muadilleriyle renklendirebilirsiniz dilediğiniz mekanı, dilediğiniz hayatı...

Yani diyeceğim o ki; kar, yağmak için yılbaşını seçmiyor ya uzun yıllardır, ben de gelemiyorum nasılsa o zaman siz de tüm bu güzellikler için tarihin en sağ köşesinin değişmesini beklemeseniz  de olur. Onun solundakiler sizi beklemeden ilerleyip duruyor hızla...

İmza: NOEL BABA