21 Ocak 2012 Cumartesi

Midnight in Paris-Woody Allen


“Midnight in Paris” izleyen herkeste özel bir yere sahip olmayı başaran, Woody Allen imzalı film son olarak Altın Küre’de aldığı en iyi senaryo ödülüyle bu başarıyı somutlaştırdı.
Woody Alen henüz okuma yazmayı öğrenmemiş bir çoçukken başlamış zihninde senaryolar oluşturmaya. Sonrasında beyaz perdede can bulan bu senoryolarda hem senarist, hem yönetmen, hem de oyuncu olarak hayalleriyle birlikte kendisi de var olmuş. İnsanı ve şehri buluşturan filmleriyle de sinema tarihindeki yerini almış bir kilometre taşı.“Manhattan” filmi ile Manhattan’a, “Maç Sayısı” ile Londra’ya “Vicky Crsitina Barcelona” ile Barcelona’ya yaptırdığı yolculuklara son olarak “Midnight in Paris” ile bizi 1920'lerin Paris'ine götürmesi ekleniyor .


 Amerikalı nişanlı bir çift olan Gil(Owen  Wilson) ve İnez’in(Rachel McAdams) tatil için Paris’e gitmesiyle başlayan yolculuk Gil’in Paris sokaklarında gece yarısından sonra yaşadığı gerçeküstü maceralarla devam eder. Senaryo yazarı olan Gil artık başkaları için değil kendisi için, edebiyat için yazamak ister. Buna bir roman yazarak da adım atmıştır. Fakat etrafında yazdığı romanı okutup değerlendirecek kimseyi bulamayacak kadar yalnızdır. Çünkü nişanlısı İnez’in annesinin “ucuz ucuzdur” sözleriyle lükse olan düşkünlükleri sembolize edilmiş bir çevreye sahiptir. Bir de nişanlısı ile aralarına İnez’in arkadaşı Paul’un girmesiyle, biz günümüz Paris’ine yolculuk yaparken Gil daha da yalnızlaşır. Taki bir gece yarısı tarihten gelen bir otomobille 1920’lerin Paris’ine yolculuk yapana kadar.Tesadüfen yapılan bu yolculuk Gil için gündüzleri yaşadığı sıkıcı hayattan, yalnızlığından kaçış haline gelip artık gece yarılarının iple çekilmeye başladığı bir serüvene dönüşür.
Çünkü bu yolculukların götürdüğü gerçeküstü dünyada artık Ernest Hemigway’den Salvador Dali’ye, Pablo Picasso’dan  Scott Fitzgerald’a bir çok dostu olmuştu. Gerçek hayatta kitabını tahlil ettirmek için bulamadığı eleştirmeni  Hemingway’in yönlendirmesiyle 1920’lerin edebiyat dünyasında bulmuştur. Gertrude Stein, Gil’in romanını okumakla kalmayıp onu son derece de başarılı bulur.
İlk olarak Zelda ve Scott Fitzgerald ile tanışıyor Gil. Eserlerinden bildiğimiz, unutulumaz aşkları ve karışık ilişkileri eşliğinde. Sonrasında çiftin yakın dostu olan edebiyat dünyasının kilometre taşlarından Ernest Hemingway çıkıyor önce Gil’in sonra bizim karşımıza. Ölüm ve korkularının üzerine giden, realist yaklaşımlarıyla, net diyaloglarıyla betimleniyor Hemingway:
Gil: Okuyabilir misin?
Hemingway: Romanını?

Gil: Görüşe ihtiyacım var ve 400 sayfa civarı.

Hemingway: Görüşüm şu ki nefret ettim.

Gil: Daha okumadın bile?

Hemingway: Eğer kötüyse nefret ederim, çünkü kötü edebiyattan nefret ederim. Hele iyiyse, kıskanırım daha fazla nefret ederim. Başka bir yazarın fikrini almak istemezsin.

Gil: Değerlendirilmesi için kimseye güvenemiyorum.

Hemingway: Yazarlar rekabetçidir.

Gil: Ben seninle rekabet edemem.

Hemingway: Sen çok yumuşaksın, bu hiç erkekçe değil! Eğer bir yazarsan, en iyi olduğunu iddia etmelisin. Tabii ben etraftayken değil.


Sonrasında Gil’in yazından görsel sanata uzanan adımı Pablo Picasso ile atılıyor. Eleştirmenlerin genel olarak filme yaptığı tek olumsuz eleştiri de burda çıkıyor karşımıza. Woody Allen’ın Picasso’yu sanatından çok kadınlara olan zaafıyla hayata gecirmesi.


Picasso’yla ilgili benim filimden akılımda kalanlardan ilki Stein tablosu olurken ikincisi ve en güzeli Picasso’nun deli dolu sevgilisi oluyor. Güzelliğiyle filmdeki diğer kadınları gölgede bırakan Adriana (Marion Cotillard) Gil’in de aklını başından almayı başarıyor. Adriana’nın da Gil’den hoşlanmasıyla ortaya hoş bir ilişki çıkıyor. Fakat Gil’in 20’li yılllara olan hayranlığına karşın Adriana da 19. Yüzyılın başındaki Altın Çağ’a hayran oluyor  ve orada yaşamak istiyor. Yani geri dönüş içinde geri dönüş yaşatıyor bu macera. Fakat bu dönüşlerden anlıyoruz ki kimse sahip olduğu andan memnun olamıyor. Gil günümüz yerine 1920’leri tercih ederken, o dönemde yaşayan Adriana da kendi çağının öncesini,  Altın Çağ’ını arzuluyor.
Bu düşüncenin de izleyiciye sezdirilmesinden sonra Salvador Dali çıkıyor karşımıza, Luis Bunuel ve May Ray ile bir masada sanat hakkındaki düşüncelerini tartışırken.
Böylece baştan beri Woody Allen’ın düşüncelerini giymiş olan Gil tek tek efsane yazarların ve ressamların da düşüncelerine götürüyor bizi.
Yolculuğun sonuna gelindiğinde ise Gil’in geçmişle ilişkisinin akibeti hakkında fikir sahibi olamıyoruz malesef. Çünkü Gil mutlu sonu, gerçek hayatın yağmurlu bir akşamında, kitapçıda çalışan bir kız ile yürüyerek yapıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder