“Midnight
in Paris” izleyen herkeste özel bir yere sahip olmayı başaran, Woody Allen imzalı film
son olarak Altın Küre’de aldığı en iyi senaryo ödülüyle bu başarıyı somutlaştırdı.
Woody
Alen henüz okuma yazmayı öğrenmemiş bir çoçukken başlamış zihninde senaryolar
oluşturmaya. Sonrasında beyaz perdede can bulan bu senoryolarda hem senarist,
hem yönetmen, hem de oyuncu olarak hayalleriyle birlikte kendisi de var olmuş. İnsanı ve şehri buluşturan filmleriyle de sinema tarihindeki yerini almış bir kilometre taşı.“Manhattan” filmi ile Manhattan’a, “Maç Sayısı” ile Londra’ya “Vicky
Crsitina Barcelona” ile Barcelona’ya yaptırdığı yolculuklara son olarak “Midnight
in Paris” ile bizi 1920'lerin Paris'ine götürmesi ekleniyor .
Amerikalı nişanlı bir çift olan Gil(Owen Wilson) ve İnez’in(Rachel McAdams) tatil için Paris’e
gitmesiyle başlayan yolculuk Gil’in Paris sokaklarında gece yarısından sonra
yaşadığı gerçeküstü maceralarla devam eder. Senaryo yazarı olan Gil artık başkaları
için değil kendisi için, edebiyat için yazamak ister. Buna bir roman yazarak da
adım atmıştır. Fakat etrafında yazdığı romanı okutup değerlendirecek kimseyi
bulamayacak kadar yalnızdır. Çünkü nişanlısı İnez’in annesinin “ucuz ucuzdur”
sözleriyle lükse olan düşkünlükleri sembolize edilmiş bir çevreye sahiptir. Bir
de nişanlısı ile aralarına İnez’in arkadaşı Paul’un girmesiyle, biz günümüz
Paris’ine yolculuk yaparken Gil daha da yalnızlaşır. Taki bir gece yarısı
tarihten gelen bir otomobille 1920’lerin Paris’ine yolculuk yapana kadar.Tesadüfen
yapılan bu yolculuk Gil için gündüzleri yaşadığı sıkıcı hayattan, yalnızlığından
kaçış haline gelip artık gece yarılarının iple çekilmeye başladığı bir serüvene
dönüşür.
Çünkü
bu yolculukların götürdüğü gerçeküstü dünyada artık Ernest Hemigway’den
Salvador Dali’ye, Pablo Picasso’dan Scott
Fitzgerald’a bir çok dostu olmuştu. Gerçek hayatta kitabını tahlil ettirmek
için bulamadığı eleştirmeni Hemingway’in
yönlendirmesiyle 1920’lerin edebiyat dünyasında bulmuştur. Gertrude Stein, Gil’in
romanını okumakla kalmayıp onu son derece de başarılı bulur.
İlk
olarak Zelda ve Scott Fitzgerald ile tanışıyor Gil. Eserlerinden bildiğimiz,
unutulumaz aşkları ve karışık ilişkileri eşliğinde. Sonrasında çiftin yakın dostu olan
edebiyat dünyasının kilometre taşlarından Ernest Hemingway çıkıyor önce Gil’in
sonra bizim karşımıza. Ölüm ve korkularının üzerine giden, realist yaklaşımlarıyla,
net diyaloglarıyla betimleniyor Hemingway:
Gil: Okuyabilir misin?
Hemingway: Romanını?
Gil: Görüşe ihtiyacım var ve 400 sayfa civarı.
Hemingway: Görüşüm şu ki nefret ettim.
Gil: Daha okumadın bile?
Hemingway: Eğer kötüyse nefret ederim, çünkü kötü edebiyattan nefret ederim. Hele iyiyse, kıskanırım daha fazla nefret ederim. Başka bir yazarın fikrini almak istemezsin.
Gil: Değerlendirilmesi için kimseye güvenemiyorum.
Hemingway: Yazarlar rekabetçidir.
Gil: Ben seninle rekabet edemem.
Hemingway: Sen çok yumuşaksın, bu hiç erkekçe değil! Eğer bir yazarsan, en iyi olduğunu iddia etmelisin. Tabii ben etraftayken değil.
Sonrasında
Gil’in yazından görsel sanata uzanan adımı Pablo Picasso ile atılıyor.
Eleştirmenlerin genel olarak filme yaptığı tek olumsuz eleştiri de burda çıkıyor
karşımıza. Woody Allen’ın Picasso’yu sanatından çok kadınlara olan zaafıyla
hayata gecirmesi.
Picasso’yla
ilgili benim filimden akılımda kalanlardan ilki Stein tablosu olurken ikincisi ve en güzeli Picasso’nun deli dolu sevgilisi oluyor. Güzelliğiyle filmdeki
diğer kadınları gölgede bırakan Adriana (Marion Cotillard) Gil’in de aklını
başından almayı başarıyor. Adriana’nın da Gil’den hoşlanmasıyla ortaya hoş bir
ilişki çıkıyor. Fakat Gil’in 20’li yılllara olan hayranlığına karşın Adriana da
19. Yüzyılın başındaki Altın Çağ’a hayran oluyor ve orada yaşamak istiyor. Yani geri dönüş
içinde geri dönüş yaşatıyor bu macera. Fakat bu dönüşlerden anlıyoruz ki kimse
sahip olduğu andan memnun olamıyor. Gil günümüz yerine 1920’leri tercih
ederken, o dönemde yaşayan Adriana da kendi çağının öncesini, Altın Çağ’ını arzuluyor.
Bu
düşüncenin de izleyiciye sezdirilmesinden sonra Salvador Dali çıkıyor karşımıza,
Luis Bunuel ve May Ray ile bir masada sanat hakkındaki düşüncelerini tartışırken.
Böylece
baştan beri Woody Allen’ın düşüncelerini giymiş olan Gil tek tek efsane yazarların
ve ressamların da düşüncelerine götürüyor bizi.
Yolculuğun
sonuna gelindiğinde ise Gil’in geçmişle ilişkisinin akibeti hakkında fikir sahibi olamıyoruz
malesef. Çünkü Gil mutlu sonu, gerçek hayatın yağmurlu bir akşamında, kitapçıda
çalışan bir kız ile yürüyerek yapıyor.